Stratejik sığlık ve ideolojik körlük

Türkiye yalan ve yanılsamalarla dolu yılların sonunda duvara çarptı. AKP hükümetinin daha doğrusu Erdoğan, Davutoğlu, Fidan troykasının politikaları iflas etmiş durumda. Bölge halkları ve Türkiye için büyük bir yıkımla sonuçlanan bu politikanın İttihat Terakki'nin politikalarıyla benzerlik taşıması tarihin acı bir ironisi olsa gerek. Tam da yüz yıl sonra. Gerçek ile hayal arasında bocalayan kafalarıyla İttihat Terakki troykası (Enver, Talat, Cemal) Osmanlı Devletini savaşa ve ardından yok oluşa süreklemişti.

ABD'nin emperyal politikalarını meşrulaştıran Amerikan sağ entelijansiyasının eserlerini Türkiye'ye uyarlayan Davutoğlu, en başından beri AKP'nin dış politikasında belirleyici bir konumda oldu. Türkiye'nin dış politikası onun yarı gerçek, yarı düşsel düşünceleriyle Erdoğan'ın hırsı ve Fidan'ın operasyonları üzerine inşa edildi.

Var olmayan bir imparatorluk üzerinden (Osmanlı) emperyal bir dış politika kurgulandı. Osmanlı Devleti'nin barış ve adalet düzeni kurduğu, ondan bağımsızlaşan devletlerin ve halkların onu çok özlediği varsayıldı. Gerçek ve fantezinin birbirine karıştığı kültürel, coğrafi ve tarihsel izleklerin, askeri ve ekonomik güç yoksunluğunu telafi edeceğine inanıldı. Uzmanlık, bilgi, gerçeklere dayanan planlama gereksiz ve oyalayıcı görüldü, hatta küçümsendi. Sonuçta, kısmen naif ama sonuçları itibariyle yıkıcı ve ölümcül bir politika uygulandı.

Politika ve devlet işlerinde hiçbir kutsala ve tabuya yer vermeyen, nesnel gerçeklerle çelişen önyargı ve varsayımları dışarıda tutmayı başarabilen Anglo-Sakson 'pragmatizmini' 'opportünizm' olarak anlayan ve uygulayan bir yönetimle karşı karşıyayız. Mezhepsel ve tarihsel önyargı ve varsayımlarını gerçeklerden üstün gören yanılsamalarla dolu bir aklın ürünü bir dış politika ile zaman ve enerji heba edildi.

Zaten, AKP hükümetinin en iyi yaptığı şey: gerçeklerden kaçmak. Ne ki, gerçekten kaçmak diğer kaçışlar gibi değil. Sen ne kadar gözlerini kaparsan kapa, gerçekler kaya gibi yerinde durur ve yerleştikçe yerleşir, ağırlaşır. Gerçeklerle kuramadığın iyi bir düzeni yalanla kurmaya kalkarsın. Yalanla bir gelecek kurulmaz. Oysa yıllardır yapılan da bu…
Hani şu Canetti’nin yarattığı tip (Prof. Kien) gibi “gerçekliğin çok uzağında yaşayan, tüm dünyası kafasının içinde ama kafasının bir dünyası olmayan” her şeyin dışında, üstünde ve uzağında bir anlayışa sahipler...

Diğer yandan ve ne yazık ki, Prof. Kien içinden geldiği, ama yok saydığı bir dünyada salt kendi kafasının içine ve kendi evinin dört duvarı arasına kapanarak yaşardı. Bizim ‘Kienler’ ise marazlarıyla ülkenin kaderini etkiliyorlar. Kendi intiharlarını anlamlı kılmak için tüm toplumu ölüme sürüklemekten çekinmiyor, hatta derin haz duyuyorlar.

Belki de avangard/üstün insanların ölümlerinin de kendilerine yaraşır olması gerektiğindendir tüm bu debdebe. Ölmeden önceki son nefeslerin daha hırıltılı, gürültülü olmasını andırıyor avazları. Öyleyse, iyimser olmakta yarar var: Bu üst-insanların ve üst-partinin yapıp-ettikleri, traji-komik çırpınmaları da bir sona ermenin, bir misyonu! tamamlamanın emareleri. Kendi monologlarının çerçevesine hapsolmuş ve dünyada olup bitenlere kafasındaki bilgilerin oluşturduğu büyüteçle bakabilme becerisinden yoksun olanın, “dünyasız bir kafa”nın gürültülü, abartılı hezeyanları…

Önceki ve Sonraki Yazılar