Diktatörlükler ve Nükleer silahlar

Bu hafta Başkan Obama’nın İran konusundaki eski danışmanlarından beş kişilik bir grup, bir açık mektup yayınlayarak, yönetimin İran’ın nükleer programı konusunda varmak üzere olduğu anlaşmanın, Obama yönetimince daha önce ortaya konmuş standartların altında kaldığını belirtmişler ve İran’ın karşılaması gereken bazı asgari şartlar öne sürmüşler.

Nisan ayında İran ve Batı ülkeleri arasında doğmuşa benzeyen konsensüs, İran’ın Yüksek Lideri Ayetullah Ali Khameney’in müdahalesiyle, yıpranmış; İran, verdiği tavizlerden geri adımlar atmaya başlamış.

Biz ne diyelim?

Öteden beri, bazıları şu tezi savunur: Amerika, Fransa gibi Batı ülkelerinin nükleer silahları varsa, neden İran’ın veya Kuzey Kore’nin, vs. olmasın?
Öyle ya, o da Devlet bu da!

Elbette işler öyle değil. İki türe de Devlet denmesi bir kelime benzerliğinden ibarettir.

Bir tanesinde, Devletin başındaki halk oyuyla belirli bir süre için seçilir; ötekisinde, her nasılsa oraya gelmiştir ve ölene veya ihtilalle gönderilene kadar orada kalmaya kararlıdır.

Bir tanesinde, Devlet’in başındaki, ülkeyi savaşa sürmek için halkını ikna etmek zorundadır; ötekisinin böyle bir zorunluluğu yoktur: Kendisini Alman ırkının üstünlüğüne ve onun ebedi lideri olduğuna inandırmış bir meczuptur, insanları Alman Irkından başka ırk kalmayana kadar öldürmeğe ant içip emrindekileri seferber edebilir veya rüyasında gördüğü Peygamber’in ona Cihat emrettiğini söyleyip, ertesi gün bütün küffara savaş ilan edebilir.

Eğer dünya, bir manyağın insafına terk edilmeyecekse, hangi Devlet’in nükleer silaha sahip olması konusu, ciddi endişelerle düşünülmelidir.

Barışsever, karıncaezmez Einstein, bu endişelerle, Almanya’da atom çalışmaları yapıldığından şüphelendiği veya haberdar olduğu için, o sıralar bu konuda isteksiz olan Amerikan bilim adamlarını ve Amerikan yönetimini uyarmak için 1939’da Roosevelt’e bir mektup yazarak, Almanya’dan önce bir atom bombası yapılmasını teşvik etmiştir.

O zaman henüz Hitler’in ne derecede büyük bir manyak olduğu ve insan kılığındaki bir adet yaratığın bütün insanlığa nasıl bir zarar verebileceği ortaya çıkmamıştı. Bugün, hem geçtiğimiz 70-80 senenin tecrübeleri önümüzde duruyor, hem de dünyamız, bir değil binbir meczubun dünyevi veya uhrevi iddialarla cirit attığı bir yer halinde.

Kime, neden destek veya köstek olmamız gerektiğine, ideolojiler sarhoşluğunda değil, sağduyunun uyanıklığında karar vermeliyiz.

Sahici Amerikalı zenci ve numaracı ‘Türkiyeli’ eylemci


Amerikan zencileri, köle olarak Amerikan hayatına başladılar. Kölelik bitti; ayrımcılık, aşağılanma, linç edilme dönemi başladı.

Böyle bir dönemin ortasında bir zenci, Dr. Martin Luther King çıktı, bütün beyazların da saygısını kazanarak, zencilerin haklarına büyük ölçüde kavuşmasına sebep olup, bugün bir zencinin Başkan olabilmesinin yolunu açtı.

Bugün, doğumu Milli Bayram olarak kutlanıyor; Washington’unki bile kutlanmazken.
Çünkü, o bir Amerikalı olarak davrandı.

Washington’daki tarihi mitingde, ünlü “Bir Hayalim Var” konuşmasında şöyle söylüyordu:

“Bir anlamda, milletimizin başkentine bir çeki bozdurmaya geldik...

“Cumhuriyetimizin mimarları, Anayasadaki ve Bağımsızlık Bildirgesindeki, o muhteşem kelimeleri yazdıkları zaman, her Amerikalıya miras olarak kalacak olan bir seneti, imzalıyorlardı...

“Bu senette, bütün insanların, evet beyazlar kadar siyahların da, hayat hakkına, özgürlük hakkına ve mutluluğu-kendi-başına arama hakkına, geri alınamaz bir şekilde sahip olmalarını garanti ediyorlardı......

“Ancak bugün aşikardır ki, Amerika, bu senedi, renkli yurttaşları söz konusu olduğunda ödememektedir.”

King, bu çeki Amerikan Devleti’ne ödetti. Çünkü, bu, köle soyundan gelen büyük adam, çoğu köle sahibi olan Amerikan Kurucuları’nın büyük yanlarını da takdir edecek kadar Amerikalıydı.

Bizim Türkiye Partisi olma iddiasındaki HDP, vaz geçtik büyük devrimci Atatürk’ü ağızlarına almalarını, onun muhaliflerinin bile itiraz etmediği bir İstiklal Marşını, Meclis’te söyleyememişler; liderleri, kedi misali, mırıldandığını söylemiş.

Bu kafayla, kimsenin hakkını elde edemezler; ancak, ırkçılık ve dinbazlık çukuruna düşerler.

Sözde vesayet düşmanları

Yıllarca TSK’nın siyaset üzerinde vesayet kurduğundan şikayetlenenlerin hemen hepsi, AKP’nin maskesine kanarak, bu partinin ve rakibi Cemaat’in, TSK’ni uyduruk davalarla tahrip etmesine itibarsız kalmasına alkış tuttular.

Bunlardan bir kısmı gerçekten saf oldukları için ayıldıktan sonra, öteki kısmı getirildikleri arpalıklardan atıldıktan sonra, AKP düşmanı kesildiler. Sonra, bunların hemen hepsi, HDP taraftarı kesildi. Olabilir, fikir özgürlüğüdür.

Fakat, bu günlerde, askerin siyasete müdahalesi konusunda bas bas bağıranlar, başka bir alanda, silahlı kişilerin, siyasete müdahalesini büyük bir suskunlukla izliyorlar: PKK’nın HDP’ye müdahalesini.

Sık sık Murat Karayılan’ın HDP’ye verdiği ayarları okuyoruz.

Ya bizler gibi, bunlar temelde aynı şeyler, bir kısım örgüt içi,fraksiyon farklılıklarından bu müdahaleler doğuyor veya kısmen danışıklı dövüş yapıyorlar deyin, ya da PKK ve HDP farklı şeyler diyorsanız, PKK’yı “Vesayet yapma!” diye eleştirin. Selahattin Demirtaş bile, belki örgüt tavsiyesiyle de olsa, Kandil’e “Silahlar Bırakılmalı” çağrısı yapabiliyor, fakat bizim fahri Kürt HDP’lilerden bir tek ses yok.

Tutarlı olmak gibi bir endişesi yok bu profesyonel ‘entellektüeller’in. Ya da, bu kafası karışık güruh, Laiklik ve ülke bütünlüğü taraftarı TSK’ya, bir kısmı Said-i Nursi hayranı teokrat olan ve ülkenin, Batıda yaşayan Kürtlere ve Güneydoğu’da yaşayan Türkler’e hayatı zindan edecek şekilde parçalanmasını öneren bir hareketten daha az saygı duyuyorlar.

Pakistan’da Ramazan

Pakistan’lı bir esnaf olan Muhammed Hanif, New York Times’a bir makale göndermiş. Gazetenin, büyük puntoladığı makalenin alt-başlığı şöyle: “Sofuluk ve yüksek sıcaklık Pakistan’lıları nasıl öldürüyor?” Muhammed Bey’in söylediğine göre, bu yıl bazı yerlerde 50 dereceyi bulan sıcaklıklarda ölen 1000 kişinin çoğu, Ramazan’da kendini göstermek zorunda olan zoraki bir sofuluk ve yasaklar sayesinde, su kaybından hayatını kaybetmiş.

Şöyle ki…
Pakistan’ın malum cehennemi sıcaklarında, hayır sahibi iş yerleri, lokantalar, kapı önlerine soğutucular, su damacanaları ve bardaklar koyarlarmış. Gelen geçen de buralardan su içerek, vücutlarının su kaybını önlermiş. Fakat, Ramazan başlayınca, herkes gibi Muhammed Bey de kapısının önüne koyduğu soğutucuyu kaldırmış. Oruç tutmayanları ve gayrı-müslimleri düşünmemiş değil, bu işi yaparken. Fakat, tereddütsüz suyu kaldırmış.

Neden?
Suudi Arabistan filan için şaşırmazdım, fakat Pakistan için duyunca şaşırdım: Meğer, “Ramazan’a Saygı Yönetmeliği” diye bir yasal düzenlemeleri varmış ve buna göre, Ramazan sırasında bir şey yerken, içerken veya başkasına yiyecek, içecek verirken yakalanırsan hapsi boylayabilirmişsin. Bu yüzden, susuzluktan ölsen, kilometrelerce yürüyüp su alacak bir yer arasan bulamayabilir mişsin.

Hastasın, gayrı-müslimsin, turistsin: Faydasız.

İşte, hangi din olursa olsun, Devlet’in dine karışmasının tabii sonucu, o dinin, bir maneviyat aracı olmaktan çıkarılıp, maddi ve manevi bir eziyet aracı haline getirilmesi olur. Siz istediğiniz kadar “Vücuduna eziyet etme” veya “Dinde zorlama yoktur” diye hatırlatın…

Polis marifetiyle dindarlığa zorlamak, bir yandan bir sadistler güruhu, öte yandan bir münafıklar ordusu yaratır. Cumhuriyet’in bize en büyük hediyesi olan Laiklik İlkesi, bizi, bu tür sadist zorbalardan kurtarmıştır.

Suratlarında nefretten başka hiçbir ifade olmayan meymenetsizlerin, Laiklik düşmanlığı, insanlara eziyet edememelerinden duydukları sıkıntının ifadesidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar