Parlamentonun ve halkın durumu

Bir İngiliz iktisatçıya “ekonominin durumu nasıl?” diye sormuşlar. “İyi” demiş, “ama halkın durumu kötü!”
Meclisin açıldığı gün, TV’de canlı yayın izlerken aklıma bu sözler geldi. Yayında, eski ve yeni vekillerle söyleşiler yapılıyor, bir yandan da koalisyon olasılıklarıyla ilgili sorular soruluyordu. Vekiller, hele de “yeni” olanlar, neşeli ve heyecanlıydılar. Görüntülerinden “iyi” durumda olduklarını anlıyorduk. Halkın yüzde 60’ının ise geçim sıkıntısı içinde olduğunu biliyoruz.

Aynı gün ve saatlerde, “Sözünüzü tutun, AKP’yi durdurun”, “Çihatçılara desteği durdurun”, “Kaçak Saray’ı boşaltın”, “Emekliye 2 ikramiye”, “Asgari ücret 1500 TL” vb. dövizleriyle, 7 Haziran sonrasının Meclis önündeki ilk eylemi gerçekleştiriliyordu. Halkevlerinin düzenlediği bu eylem tahmin edeceğiniz gibi TV’lerde haber olmadı.

Seçimden 16 gün sonra, AKP’liler dışındaki parlamenterlerin seçim sözlerini unutmuş bir havada koalisyon konuşmalarında, birilerinin de onlara bu sözleri anımsatmak için eylem yapmalarında bir tuhaflık yok mu?
Ya da, Mayıs’ta geri çekilen metal patronlarının, koalisyon pazarlıklarının yoğunlaştığı bir zamanda direnişe öncülük eden işçileri atması rastlantı mı?

***

Sorunun kaynağında, “seçmen” yurttaşın dört yılda bir vekil seçmesine dayanan temsili parlamenter sistemin halka yabancılaşması, halktan kopması var.
Hep öyleydi, ama 2002’den bu yana sandık “totaliter demokrasi”nin incir yaprağı oldu.

Bu ülkede, seçme/seçilme hakkı olduğunu iddia etmek gülünçtür.
Yüzde on barajı, seçmen iradesine konulmuş bir ipotektir. Toplamda 5 milyon civarında oy almayan bir partiyi tercih edenlerin oyları “hiç” hükmündedir. Barajı aşabilecek bir partinin seçilebilir yerden adayı olmak parti üst yönetimlerinin kararına, yönlendirmesine bağlıdır. Seçmenin aday belirleme, parti listelerindeki adayların sırasını değiştirme, istemediği adayı çizme hakkı yoktur. Çoğu durumda, seçmenin oy vereceği kişiyi şahsen tanıma, dolayısıyla denetleme olanağı da yoktur.

Ya seçilip parlamentoya gelen vekiller?
Parlamento, sözcük kökeni itibariyle “konuşulan” yerdir. Herkesi bağlayan yasaların, konuşularak, tartışılarak, tartılarak , müzakere edilerek yapılacağı yer.

550 kişilik Meclisin çok büyük çoğunluğu yemin dışında bir kez bile kürsüye çıkmıyor. AKP’nin Meclis’te tek başına çoğunluğa sahip olduğu dönem boyunca yasama etkinliği, çok küçük bir yönetici kliğin, son kertede tek bir adamın mutlak iradesiyle yürütüldü. Muhalefet partilerinin yasama etkinliğine katılmaları da pratikte çoğunluk tarafından yok edildi. Onlarca yasa, gece yarıları, toptancı ve torbacı yöntemlerle toplumdan kaçırılarak çıkarıldı.
Daha önemlisi, geçtiğimiz 13 yılda parlamento devre dışı bırakılarak , adım adım bir tek adam “iç devleti” oluşturuldu. Diktatörün Meclis ve bürokrasiye yerleştirilmiş kadrolu “adamları“, HSYK ve Sulh Ceza Hakimlik’lerinden oluşan özel yargı erki, örtülü ödenek adı altında özel bütçesi, hortumla bağlı medya havuzu, “destan yazan” kolluk gücü var.
Seçmen iradesi doğrultusundaki acil yasama görevi bu yasa-dışı, fiili “iç devlet”i dağıtmaktır.

***

HDP eliyle barajın yıkıldığı, diktatörün anayasal başkanlık dayatmasının açık biçimde reddedildiği 7 Haziran seçimleriyle oluşan parlamentonun, AKP dışındaki 292 parlamenterin önünde halka verdikleri bu sözü tutma olanağı, siyasal ahlak gereği de “görevi” var.
Koalisyon pazarlıklarından daha önemli olan, bu yönde somut adımların atılmasıdır. Bu öncelikli görevin herhangi bir koalisyon hükümeti için askıya alınması seçmene ihanettir.
İki CHP’li parlamenterin (Fikri Sağlar ve Mahmut Tanal) MİT TIR’ları, Roboski katliamı, Gezi Direnişi, 17-25 Aralık dosyaları ve Kaçak Saray için hazırlamakta oldukları soruşturma dosyaları bu yöndeki ilk adım olabilir. Bu yola bir kez çıkılırsa devamı gelir.
Bunları yapmayan bir parlamentonun ise halkın gözünde hiçbir değeri kalmaz!

Önceki ve Sonraki Yazılar