Osmanlı, İslamcılık ve 'Hayat tarzı'

Yıllar önce klasik çağda fıkıh, kelam, tarih ve siyaset anlayışlarının egemen Osmanlı zihniyetini nasıl oluşturduğunu anlamaya çalışmıştım. Vardığım sonuçları Osmanlı Kimliği başlığı altında topladım.

Tarihe mal olmuş o konulara bir daha da yoğun bir ilgiyle dönmedim; dönmek ihtiyacını da duymadım. Yine de okullara ilk kez din dersini sokan CHP’li Başbakan Şemsettin Günaltay’ın bir cümlesi var ki, son zamanlarda zihnimi sık sık tırmalıyor.

“İlerlememize mani olan, İslamiyet değil, bize öğretilen Müslümanlıktır”
demişti, Ordinaryüs Profesör.. Ben ise yıllar önce “bize öğretilmeyen” İslamı anlamaya çalışmıştım.

Burada eskiden yazdıklarımı tekrarlayacak değilim. Fakat mademki İslam hep “hayat tarzı” ile birlikte sunuluyor, ben de Osmanlı “hayat tarzı”nın hayati bir yönünü bazı anekdotlarla sergilemeye çalışacağım. Bu sıcak yaz günlerinde herhalde kimse bu sütunlarda alimane fıkıh ve kelam analizleri beklemiyor.

Toplumda kadının yeri

Yıllardır bizde din tartışmaları “hayat tarzı” tartışmaları ile bir arada yürütülüyor. Ciddi bir felsefe ve ilahiyat geleneğinin olmadığı bir ülkede, aslında pek de anlaşılmaz bir şey değil bu. Ne var ki “hayat tarzı” denilince herkesin kişisel tecrübe ile çok iyi bildiği ve sıkı sıkıya tutunduğu bir alana giriyoruz. Ve çatışmalar da kaçınılmaz oluyor.
Aslında her türlü “hayat tarzı”nın temelinde kadın erkek ilişkileri yatıyor.

19. yüzyılda uygarlığı tanımlamaya çalışan bazı düşünürler, bir toplumun uygarlıktaki yerini, o toplumda kadının işgal ettiği yer ile açıklamışlardır. İtiraf edelim ki bu tanıma göre Osmanlı uygarlığı hiç de parlak bir manzara arz etmiyordu. Çünkü bu toplumda kadının ne adı, ne de yeri vardı. Yönetici zümrelerde (Havas) haremin adsız bir parçasını oluşturuyor, alt tabakalarda (Avam) ise evde ya da tarlada doğurgan bir emekçi rolüne bürünüyordu. Genel hatlarıyla durum buydu.

16. yüzyıldan itibaren Osmanlı topraklarını arşın arşın dolaşan Batılı seyyahların en çok üzerinde durdukları konu da kadın sorunu olmuştur. Bunlardan Kanuni zamanında ülkeyi gezen Baron Busbecq, “Türkler karılarının iffetine diğer milletlerden çok daha fazla önem verirler; diye yazdı; bu nedenle onları eve kaparlar ve öyle saklarlar ki kadınlar nerdeyse gün ışığı görmez. Eğer sokağa çıkmaları gerekirse o derece örtülü ve kapalı gönderirler ki yoldan geçenlere hayalet gibi görünürler.” (Türk Mektupları; Doğan Kitap, s.86).

Ondan üç yüz otuz yıl sonra, II. Abdülhamid devrinde İstanbul’u gezen Blowitz’in de izlenimleri farklı değildi.

O da “içine kapanmış, evin ulaşılmaz ve adeta utanılan bir köşesine itilmiş olan Türk kadını, kaçınılmaz bir şekilde varlık statüsünden eşya statüsüne indirilmiş bulunuyor ve böylece Harem, bir hamlede ulusun enlellektüel ve ahlaki hayatının yarısını ortadan kaldırıyor” diyordu. (Une Course à Constantinople; 1883, s. 286).



Boşluğu köçek kültürü doldurdu

Gerçekten de Osmanlı erkekleri, kadını “hayalet” mertebesine indirmişlerdi; fakat toplu eğlencelerden, göbek havalarından da bir türlü vazgeçemiyorlardı.

Bu arada kurnazca bir iş yaptılar ve bazı oğlanları kadın kıyafetlerine sokarak oynatmaya başladılar. Ve böylece Osmanlı uygarlığında özgün bir “köçek kültürü” doğdu.

Ortada gerçek kadın yoktu; onun yerini “sahte”leri almıştı. Sakın dudak bükmeyin; ciddi bir “kültür” saylıyordu bu!

Bakın bugün bile, Kültür ve Turizm Bakanlığı E-Kitap portalına konmuş bir incelemede köçek kültürü nasıl anlatılıyor: “Köçek olmak kolay bir iş değildi. Bunlar, çehreleri genç kız simalarını andıran, süzgün gözlü ve narin endamlı delikanlılar arasından seçilirdi. Ve bu suretle seçilen köçek namzetleri (adayları) uzunca bir zaman hususî meşkhanelerde talim ve terbiye edilirlerdi”.

Aslında Osmanlılar, Batılı hayat tarzı hakkında en ufak bir bilgiye bile sahip olmadıkları için havsalalarının kadınlı-erkekli dansları almasına da imkân yoktu. Osmanlılara topçuluk öğretmeye gelen Baron de Tott’un anlattıkları bu konuda eğlenceli bir öykü niteliği taşıyor.

Balodaki şaşkın Osmanlılar

Macar asıllı Baron 1755 yılında İstanbul’a elçi tayin edilen Kont Vergennes’e refakat ederek gelmiş ve ilk işi de Osmanlıca öğrenmek olmuştu. Kısa süre sonra da tercümanlık yapmaya ve bu arada Osmanlılarla dostluklar kurmaya başladı. Bu sırada Kont Vergennes de kralın “Doğu Politikası” işine büyük bir aşkla sarılmış ve bunun tanınması amacıyla büyük bir balo düzenlemişti. Bütün yabancı elçilikler davetliydi.

Balo dedikoduları daha balo yapılmadan başlamıştı ve bunlardan haberdar olan iki “ileri gelen” Osmanlı da, Baron de Tott’un refakatiyle, Fransız Sarayı’nı teşrif ettiler. Davet saatinde herkes geldi; masalarına yerleşti ve bir süre sonra da müzik ve dans başladı.

Bizim Osmanlılar, Tott’un renkli anlatımına göre, şaşkınlıkla seyrediyorlardı. Onlardan biri, dans edenlerden İsveç elçisini işaret ederek “kim bu adam?” diye sordu.

Aldığı yanıt inanılmazdı; Frenk tercüman, “İsveç Büyükelçisi” demişti. Tabii o da “olamaz” diye itiraz etti; böyle bir şey asla olamazdı! Yine de Baron’un ısrarı üzerine sustu ve bir süre düşüncelere daldı.

Sonra yine kendisini tutamadı ve “peki, bu kim?” diye başka birini gösterdi. Şanssızlık bu ya; bu kez de Hollanda Büyükelçisine çatmıştı ve Osmanlı’nın şaşkınlığı daha da arttı.

Ona göre, İsveç ve Hollanda gibi büyük ülkelerin koskoca büyükelçilerini böyle köçek gibi oynatan Fransa Kralı gerçekten de muhteşem bir kral olmalıydı! Bir ara dalıp gitmesi de herhalde bundandı. Baron de Tott, Osmanlı misafirlerine “bunların soytarı (baladin) olmadıklarını, kendi zevkleri için dans ettiklerini anlatabilmek için çok zorlandım” diyor. (Mémoires, 1784, C. I, s. 13-15).

Baron de Tott’tan seksen yıl kadar sonra, II. Mahmut’un hizmetinde çalışan A. Slade de (“Müşavir Paşa”) yine bir balo vesilesiyle benzer gözlemlerde bulunacaktır. Şu farkla ki, bu kez Büyükelçi R. Gordon’un verdiği baloya katılan Saray’ın kapıcıbaşısı, kimseyi soytarı sanmamış; aksine etkilenerek, “elli yedi yıl yaşadım, böyle bir şey görmedim; mademki bunu gördüm, artık rahat ölebilirim” demişti. (Records..; 1833; C. I, s. 477).



Osmanlı’nın kadınla tanışıyor

Osmanlıların kadın-erkek ilişkileri hakkındaki anlayışlarında asıl değişiklik Kırım Savaşı’ndan sonra başladı. Fransız ve İngiliz ordularıyla ittifak içinde yürütülen bu savaş esnasında İstanbul zaman zaman Frenk subay ve askerleriyle doluyordu. Özellikle Dersaadet’te karıları ya da sevgilileri ile boy gösteren Fransız subayları, İstanbul halkının zihinlerinde unutulmayacak izler bıraktı. Bu dönüşümü de bu kez bir Osmanlı yazarından, A. Cevdet Paşa’nın Maruzat’ından okuyalım.

Abdülhamit’in sağ kolu sayılan muhafazakâr tarihçiye göre Kırım Savaşı’nı izleyen dönemde, “İstanbul’da zendostlar (kadın sevenler) çoğaldı, mahbublar (erkek sevenler) azaldı. Kavm-i Lût (Sodom ve Gomor halkı) sanki yere battı. İstanbul’da öteden beri delikanlılara ma’ruf ve mûtad olan aşk-u alâka, hali tabiisi üzere kızlara müntakil oldu. (Delikanlılara duyulan ilgi, doğal bir biçimde kızlara yöneldi.)

Sultan III. Selim zamanından beri mutad olan Kâğıthane seyri, ziyade rağbet buldu. Gerek orada, gerek Beyazıd meydanında arabalara işaretlerle mu’aşaka usulü (âşık olma biçimi) hayli meydan aldı. Kübera (kibarlar) içinde gulampârelikle meşhur Kâmil ve Ali Paşalar ile onlara mensup olanlar kalmadı. Halbuki Ali Paşa da ecanibin (yabancıların) itirazatından ihtiraz ile (çekinerek) gulampâreliğini ihfaya (gizlemeye) çalışır idi”. (Maruzat; 1980 bsk. s. 9). Anlaşılan Kırım Savaşı, mini ölçekte de olsa, Osmanlı’da seksüel bir devrime yol açmıştı.

Laik cumhuriyetin temeli

Kırım Savaşı’ndan sonra Batı’yı ziyaret eden Osmanlı görevlilerin sayısı da artmaya başlamıştı. Bunlar artık Batı’da kadına gösterilen saygıdan bayağı etkileniyordu.

Bunlardan Hayrullah Efendi (Şair Abdülhak Hamit’in babası) 1863’te Paris’te bir kadın bir salona girince herkesin ayağa kalktığını görmüş ve şaşırmıştı. Seyahatnamesine de “kadınların Frengistan’da kaderleri âli olduğundan taife-i nisa (kadınlar) oturmadıkça rical otur(maz)” diye yazmıştı. (Avrupa Seyahatnamesi; 2002 bsk. s. 140).

Kuşkusuz bu görüntü hayli aldatıcıydı ve “ikinci cins”in Avrupa’daki statüsü de aslında parlak olmaktan uzaktı; yine de durum çok farklıydı ve en açık fikirli Osmanlı aydınları gördüklerine şaşırıyor, etkileniyorlardı.

Nitekim 1889’da Stockholm’de düzenlenen Şarkiyat Kongresi’ne giden Ahmet Mithat Efendi, kaldığı otelde erkekler arasında ve erkek gibi çalışan masajcı kadını bile -gizlemeye çalıştığı takdir duygusuyla- anlatmak ihtiyacını duymuştur.

Bu gelişmeler, günümüzde Şeriatçı takımın “batılılaşma mikrobu” diye karaladığı bir sürecin ürünü oldular. Bu sürecin eleştirilecek bir yönü varsa –ki kuşkusuz vardır- o da, 1914’te tarihe karışana kadar, “millet-i hakime” saplantısı içinde seküler bir hukuk zemini sağlanayamayarak çağdaş bir ulus yaratılamamış olmasıdır.

Yine de iyi-kötü yapılanlar, bugün kimi “ileri demokrat”ların küçümseme ve aşağılama yarışına giriştikleri, fakat aslında kadına hak ettiği uygar hukuki statüyü sağlamış olan laik cumhuriyet devrimine temel teşkil ettiler.

İslamcılığın sınırı neresi?

Gördünüz mü, “din”, dedik; “hayat tarzı”, dedik; sonunda da Osmanlı’da Adem-Havva ilişkilerini sorguladık.

Günah aramadan; seküler bir espri ile..

Bu vesileyle bir cumhuriyet bestecisi geliyor aklıma. Ne diyordu Yesari Asım, bana çocukluk yıllarımı hatırlatan bir şarkısında?

“Bay bayansız olamaz; bayan baysız olamaz; bu Tanrı’nın işidir; kimse çare bulamaz!”.

Ne kadar naif ve çocukça değil mi?

Doğrusu öyle gelişmeler yaşadık ki bugün bu “bedahet”i anımsamak bana o kadar da çocukça görünmüyor. Giyim kuşam özgürlüğüne konan yasakları da yıllardır “giyim özgürlüğü” adına savunmadık mı?

Tam da sokaklarımızda, yüzlerce yıl önce seyyahların anlattığı “hayalet”lere benzeyen görüntüler giderek çoğalırken.

Korkmayın, diyorlar, bunlar bizden değil; çoğu kocalarıyla beraber Esed’e karşı savaşmış özgürlük mücahitleri!

İyi de bu karanlık kıyafet de “giyim özgürlüğü”ne girmiyor mu? Eğer “İslamcılık” diye başlayacaksak buna nerede bir sınır koyacağız?

Daha doğrusu bir sınır koyabilecek miyiz?

Ayet ve Hadisler ortada. Ve bunlar yetmezmiş gibi bir de “Bakara, makara!” hokkabazları çıktı ortaya!

Daha ne olsun?

İşte bir sürü soru ki, koalisyon görüşmelerinde bunları kimse ağzına almıyor.

Yine de, hiç kuşku yok, bunlar gündemin en ateşli maddeleri arasında yer alıyorlar.

Ve bu bağlamda sanki bir mini ön-koalisyon da şimdiden sokaklarda kurulmuş görünüyor.

Çinli ve benzerlerine karşı..

Önceki ve Sonraki Yazılar