Sürgünler ve acılar

İnsan denilen canlı, acep bir gün ıslah olur mu, el çeker mi zulümden? Keşke bu sorunun olumlu bir yanıtı olsa, fakat yazık ki yok. Tok gezenlerin tıka basa dolu midelerine ve servet iştahlarına, büyük insanlık ailesinin sert bir dokunuşu olmadan, bu işlerin adaletle düzeleceği de yok.
İlk insan yaşantısı içinde, kolektif yaşamdan ayrılıp, yiyebileceğinden fazlasına zorla sahip olmak isteyen, sanırım zulmün de başlatıcısıdır. İşte o vakitten bu yana insanın insana zulmü, şiirlerle, destanlarla, sonraki zamanlarda öykülerle, romanlarla anlatılageldi hep. Peki, olumlu bir sonuç alındı mı? Zulmü yapanlar, insanları sürgüne, sefalete, açlığa mahkûm edenler, mahkûm oldu mu hiç? Elbette hayır. Daha büyük zulümlere kapı açan işler yaptılar, hem de ardı ardına. İnsanları yüzlerce yıllık yaşantılarından söküp, cefa ettiler, sürgün ettiler, iskân ettiler ve bu durum böylece sürüp gitmekte.
Zamanın derinliklerinden ne çok çığlık sızıyor günümüze. Ey iyi kalpli insanlar, bu çığlıkları duyabiliyor musunuz? Duymanızı isterim, çok isterim...
Çünkü çığlıklar en çok da bizim coğrafyamızda uğultuya dönüşüyor. Öylesine güçlü bir uğultu ki bu, çığlıkların hangi dilden, hangi lehçeden, hangi ağızdan çıktığını anlayamazsınız bile. Anadolu’nun içlerinden mi, Balkanlardan mı, Mezopotamya’dan mı, Kafkaslar’dan mı? Karışır bütün sesler birbirine ve artık acı, iyi insanların aklında ortak acıya dönüşür, sevinçler ortaklaşır, oyunlar aynılaşır.
Bunun içindir ki destanlarımızın anlattığı aynıdır. Dilini anlamasak da bir türküyle ağlarız, bir lorke hepimizi oynatır, bir Nasreddin hepimizi güldürür. Ama biz yine de acılarda çakılı kalırız hep, çünkü acı belleğimiz en gelişkin olandır.
Sözgelimi Büyük Kafkas Sürgünü...
Epey bir zaman önce, Alexandre Najjar’ın, İraid Samyel tarafından dilimize çevrilmiş “Kafkas Sürgünleri” adlı romanını okumuştum. Lübnan asıllı bu romancı, daha çok Kafkaslar’dan sürülmüş ailesinin hikâyesini konu ediyordu. Her acıda, her sürgünde kuşkusuz insanlığımızın bir yeri yanar. Fakat buradaki acı, bütün diğer acıların yaktığından, daha derindekini yakıp geçmişti.
Yeni baskısının yapıldığını sanmıyorum ama keşke bulup okuyabilseniz. Orada Azeriler’in, Ermeniler’in, Kürtler’in, Süryaniler’in, Ezidiler’in ve Balkan Türklerinin acısını duyacaksınız.
Fakat bugünlük bu yazıda Çerkesya’nın, Kafkaslar’ın derinlerinden sızan acısını duyumsayın isterim.
Üstünden 151 yıl geçmesine karşın, hâlâ canlılığını koruyan bu felaket de, büyük insanlığın ortak acısıdır artık.
21 Mayıs 1864’te ilk gemiler Kefken kıyısına yanaştığında sağ kalanlar ölüden beterdiler.
Anavatanda kalan Çerkesler ise ya Don Havzası’na sürülmüş yahut öldürülmüştüler. Ve emperyalizme giden sürecin ilk toplu yokedimi de böylece başlamıştı.
Bu sürgünün en ciddi sonuçlarından biri ne oldu biliyor musunuz? Ubıhça, diller bahçesinin ölü dillerinden birine dönüştü. Uzunca bir sürecin ardından Ubıhça’yı gramer düzeyde bilen Georges Dumezıl 1994’’te, son konuşanı Tevfik Esenç 1992’de Manyas’ta toprağa verildi. Ve insanlığın dil bahçesinden devasa bir gül ağacı daha sökülmüş oldu.
Bu hafta, Sevgili Ataol Behramoğlu ile birlikte, o diller gülistanı Kafkasya’ya, daha doğrusu Azerbaycan’a Bakü’ye gidiyoruz. Ali Ekber Sabir şiir günlerine... Döndüğümde hem Bakü’yü, hem Dağıstan’daki gülleri konuşuruz. Yahut Karabağ’da boynu bükük bir dağ lalesini...

Önceki ve Sonraki Yazılar